BELÂGATIN TEDVİNİ Kur’ân’ın nâzil olduğu Cahiliye döneminde Araplar edebiyat ve belâgatta zirvede sayılıyorlardı. Hatta, daha önce de belirttiğimiz gibi kendilerini, dili en güzel konuşan, meramını en güzel ifade eden bir kavim olarak görüyorlardı. Bu itibarla Arapçada Arap kelimesinin, meramını en güzel ve en net bir şekilde anlatabilen kimseler için kullanıldığını zikretmiştik. Bu devirde belâgatın genel karakteristik yapısı, fıtrî kabiliyete dayalı, zorlamadan uzak ve irticâlî olmasıydı. Bu dönemde şiir ve şiir tenkitçiliği de çok revaçtaydı. Hatta, İbn Haldûn (ö.809/1406) , şiiri, istiâre üzerine kurulu beliğ söz olarak tarif etmektedir.
Her şâirin, kendisine refakat ederek şiirlerini ezberleyen ve gerektiğinde onları usûlüne uygun biçimde okuyan bir veya birkaç râvîsi vardı. Bunlar, şâirlerin şiirlerini toplayıp yok olmaktan kurtararak Arap dilinin lugat malzemesinin korunmasını sağlamışlardır. 25 İşte bu topluluğa Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in bir mucizesi olarak inmiş ve onları ortaya koymuş olduğu i’câzın bir benzerini meydana getirmeye davet ederek onlara meydan okumuştur. Ancak yüksek bir edebi zevke ve seviyeye sahip olan Araplar bu çağrıya cevap verememişler, Kur’ân’ın belâgatı karşısında boyunlarını eğmişlerdir. İşte Kur’ân’la baş edemeyeceklerini anlayınca, silaha sarılıp, kan dökmeyi tercih etmişlerdi.
Buradan hareketle, belâgatın Cahiliye döneminde insanlarda bir meleke halinde adeta doğuştan bir kabiliyet gibi telakki edildiği söylenebilir. Düzgün ve yerinde söz söyleme usûl ve kaidelerini inceleyen belâgatın, Arap dili ve edebiyatı ile ilgili ilimler içinde bağımsız bir ilim halini alması uzun denebilecek bir süreci gerekli kılmıştır. Bu süreci aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz: Aristo’nun Rhetorica ’sı ilk olarak Arapça’ya 298/910’de ölen İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilmiştir. el-Câhiz’in el-Beyan ve’t-Tebyin adlı eseriyle belâgat ilminin temellerinin atıldığı kabul edilir. Bugün belâgat ilminin konularından biri olan bedî‘ aslında bu ilmin tedvininden önce belâgat kelimesinin karşılığı olarak telakki edilmiş, Arap edebî hayatının vazgeçilmez bir olgusu olarak kullanılmıştır.
Onu, edebî bir sanat olarak ilk inceleyen, prensiplerini açıklayan ve ana konularını tarif eden kişi şair halife İbnu’l-Mu‘tez (ö.296/908) olmuştur. 28 Kitâbu’l-Bedî ‘ adıyla kaleme aldığı, sahasının ilk müstakil eseri olan çalışmasında bedî‘in muhdes şairlerin bir icadı olmayıp aksine bunun Kur’ân’da, hadiste, eski Arap şiirinde ve hatta bedevilerin konuşma dilinde esasen var olduğunu, ilmî bir terim haline gelmeden önce şairlerin teşbîh, cinâs, istiâre vb. bedîi sanatları, onların tesir ve güzelliklerini idrâk ederek kullandıklarını pek çok örnek ve delillerle ispat etmeye çalışmıştır. 29 ve diğerlerinin sözleri ile eski şairlerin şiirlerinde bulduğumuz ve sonrakilerin bedî‘ diye adlandırdıkları sanat çeşidini sunduk.
Bilinmelidir ki o dönemde tanınmış olması ve Beşşâr, Müslim ve Ebû Nuvâs ile onların yollarından giden şairlerin bu sanatı şiirlerinde sıkça kullanmış olmaları, onların bu sanatı önceden keşfettikleri anlamına gelmez. Netice olarak ifade ettiği mefhuma delâlet eden bu isimle adlandırıldı. Daha sonra Habîb b. Evs et-Tâ’î bu sanatla ilgilenerek onun birçok dalını keşfetti. Bazen güzel, ama bazen de aşırıya kaçması sonucunda isabet etmediği yerler de oldu. 30 Hicri üçüncü asrın sonlarına doğru daha çok beyan diye isimlendirilen belâgat ilminin tamamıyla yeni bir safhaya girdiği ve o zamana kadar yazılan belâgat ve beyan kitaplarında başka isimler altında dağınık olarak bulunan ve sayıları beşi geçmeyen bedî nevilerinin birdenbire çoğaldığı ve belâgatın içinden bedî ve beyan diye müstakil iki ilim çıktığı görülür. Abbâsi Halifesi İbnu’l-Mu‘tez Kitâbu’l-Bedî ‘ ismiyle, tamamıyla yeni ve selefleri tarafından yazılan belâgat kitaplarının aksine, sistemli bir eser meydana getirmiştir.
Diğer taraftan İbnu’l-Mu‘tez’le aynı hocalardan ders alan Kudâme b. Ca’fer (ö.320/932) Nakdu’ş-Şi‘r ismiyle bedî‘ ilmine, Nakdu’n-Nesr ismiyle de beyana dair iki eser meydana getirip kendinden önce herhangi bir kimseye ait olmayan yeni bir şey bulduğunu iddia eder. 31 Hicri IV. asrın kendisiyle iftihar edilen ve değerli edebiyâtçılarından olan Ebû Hilâl el-Hasan b. Abdullâh el-’Askerî (ö.400/1009) 32 zikredilen sanatların sayısını otuz yediye çıkarmış ve hepsini Kitâbu’s-Sınâ’ateyn adlı eserinde toplamıştır.